Home » SOHBET ZAMANI
Category Archives: SOHBET ZAMANI
Japonya’da Yeni Bir Dönem: Reiwa
© Esen, Esin, 2019, “Japonya’da Yeni Bir Dönem Başlıyor: Reiwa, esinesen.com A New Era in Japan: Reiwa] (19.04.2019’da yazıldı. 30.04.2019’da yayınlandı) (Yazının tam metnine linkten ulaşabilirsiniz) Aşağıda özeti bulunuyor.
Japonya’da 1 Mayıs 2019’da yeni İmparator’un tahta çıkışıyla birlikte yeni bir hükümranlık dönemi başladı. Japonya’da bizim bildiğimiz tarihlendirme sistemiyle birlikte kullanılan bu dönemlere, özel bir isim veriliyor. Yeni hükümranlık dönemi Reiwa olarak adlandırıldı. Günümüzde, hükümranlık dönem isminin belirlenmesinde İmparator’un resmi olarak söz hakkı bulunmuyor, hükümet tarafından belirleniyor. Bir grup uzman tarafından kabineye sunulan öneriler arasından seçilen Reiwa ismi, Japon tarihinde ilk defa bir Çin Klasiğinden değil, Japonlarca oluşturulan bir eserden (Man'yōshū Şiir Antolojisi) seçildi. Ancak not olarak düşmeliyim ki, bu imlerin seçildiği metin, Japonca değil, Çince (kundoku) yazılmış ve Çin etkisinde oluşturmuş (Bu konuyu yazıda ele alıyorum). Reiwa ismine kaynak olan metnin içeriği ve Japon Başbakanı Abe’nin, yeni dönem ismini tanıtırken yaptığı konuşmayı temel alan pek çok kişi, bu dönem ismini siyasi görüşlerden uzak, doğa ve insan uyumu ile barış kavramlarına vurgu yapan bir seçim olarak yorumladı. Man'yōshū alanında çalışmalarını sürdüren biri olarak, metni ve yapılan konuşmaları analiz ederek, bu seçimin ilk bakışta okunan anlamının yanısıra, İmparatoru ön plana koyan, vatanseverlik duygularını vurgulayan bir seçim de olabileceği sonucunu çıkardım.
Japonya tarihinin önemli dönüşümlerinden birine tanıklık ediyoruz. Yeni İmparatorla birlikte yeni hükümranlık dönemi de başlıyor: Reiwa. Yeni dönem ismini tanıtırken yapılan açıklamada Reiwa adının Man’yōshū’dan seçildiği belirtildi. Man’yōshū Şiir Antolojisi, günümüze ulaşmış en eski Japonca kitap.
En heyecanlandığım, en şaşırdığım şey yeni dönem isminin kaynağı olan metne, benim bir yıl önce (Mart 2018) Japon şiiriyle ilgili hazırladığım bir video sunumda yer vermiş olmamdı. Yani, yeni dönem isminin açıklanmasından bir yıl önce bu metin Türkçe olarak İstanbul, Trabzon, Sivas ve Konya’daki çeşitli etkinliklerde benim çevirimle, benim sesimle yer almıştı. Man’yōshū’da yer alan 4500’den fazla Japonca şiir ve Çince notların sayısını düşündüğümüzde ne özel bir tesadüf bu. Sanki yüreklendirici bir hediye gibi, yıllardır sürdürdüğüm Man’yōshū çalışmalarıma.
Bir Man’yōshū araştırmacısı olarak günler süren okumalar ve araştırmalar yaptım, bu açıklama üzerine. Nasıl düşünülmüş, nasıl seçilmiş? Arkasındaki dünya görüşü neyi yansıtıyor? Çok keyifliydi tüm bunların peşinden gitmek. O kadar yoğun bir düşünme süreciydi ki yazmadan olmadı.
Japon kültürünü kadim çağlarından itibaren pek çok açıdan ele alan biri olarak söyleyebilirim ki, tıpkı eski Japon şiirlerinde, sözcük seçimleriyle, şiirin pek çok farklı anlamlarda okunmasını sağlayan; bir şeyi başka bir şeyle anlatmaya meyilli, bahçelerinin peyzajına bile bir dünya görüşü sığdırmayı sağlayan, o çok katmanlı, ince bir zekayı yansıtan Japon düşüncesi gibi, Reiwa isminin seçiminde pek çok anlam katmanı aramak gerek. Bu yazıda bu anlam katmanlarının peşinden gittim.
© Esen, Esin, 2019, “Japonya’da Yeni Bir Dönem Başlıyor: Reiwa, esinesen.com A New Era in Japan: Reiwa] (19.04.2019’da yazıldı. 30.04.2019’da yayınlandı) (Yazının tam metnine linkten ulaşabilirsiniz) Yukarıda özeti bulunuyor.
© Dr. Esin ESEN . Japonolog.
(esinesen.com). Japon kadın edebiyatı, Japon şiiri ,Japoncadan çeviri üzerine çalışmalarını sürdürüyor. 90’lardan beri İspanyolca, İngilizce Modern ve Klasik Japoncadan çeviriler yapıyor. Bu konuda üniversite düzeyinde dersler veriyor. Detayları ve sosyal medya adreslerini sayfasından görebilirsiniz |
İspanyol Gazetesinde Doğu Ekspresi!
Bu sabah, İspanya’nın en popüler gazetelerinden El Pais’teki bir yazı üzerine düşünerek başladı. Kendi kültürlerinden uzak egzotik kültürler, son 30-40 yıldır İspanyolların ilgi alanında. Gezdikleri ülkelerden, okudukları kitaplara hatta kendi yazdıkları eserlere kadar bu yansımasını buluyor. 1990’larda yazılan, Kapalı Çarşı’daki bir halı satıcısıyla, İspanyol bir kadının aşk hikayesini anlatan, La Passion Turca [Türk Tutkusu] da bunlardan biriydi. Çok satan kitaplar arasında yerini almış, filmi yapılmıştı. Bir tesadüf eseri, kitabın yazarı Antonio Gala, romanın tanıtımını İstanbul’da yapmak üzere İspanyol gazetecilerle birlikte gelirken ben de aynı uçakta onlardan birkaç sıra arkada oturuyordum. Seyahat süresince herkesin elinde bu kitaplarla oturan görüntüsü hala aklımda. O genç ve idealist halimle bu kitaptaki klişelere içerleyişim de. Bu kitap sonrası İspanyollar, İstanbul’a ve Türkiye’ye büyük ilgi duymuş, o dönemde turizmde de etkisini göstermiş, egzotik hikayelerin peşinde buralara gelen çok kişi olmuştu. O zamanlarda turizmde çalışırken, hayallerindeki orientalizmden uzak ama yine de anlamadıkları bir gizem yaratan bir genç kız olarak karşılarına çıkmış olmamın yarattığı etkiyi şimdi daha iyi sezebiliyorum. Sokaklarda develer, peçeli kadınlar görmeyi bekleyerek gelenlerin haliyle eğlenir, dünyayı nasıl böyle algıladıklarına, ön yargılarına şaşardım. Şimdi bakınca tüm bu algı kalıplarının nasıl oluşmuş olduğunu da sezebiliyorum.

Kapadokya’da İspanyol Turist Grubumla
Gazete haberine gelecek olursak şöyle başlıyor: “Hipster modası eski ve antik olanı yeniden gündeme getirir. Bu tren eski ve antika. Hani o karada uçaklarla yarışan yüksek hızlı olanlardan değil, bir köşede unutulmuş hatların, o upuzun menzilinde kare yüzlü lokomotifleriyle, inanılmaz bir yavaşlıkla ilerleyen trenlerden. […] Diğer yandan daha maddi bir deneyim sunuyor […] Doğu Ekspresi, başkent Ankara’dan […] Kars’a uzanan mütevazı bir hatta giden bu özellikte bir tren. 1300 kilometre boyunca İç ve Doğu Anadolu’yu kıvrıla kıvrıla aşan 26 saatlik bir yolculuk. Bu hat geçen yüzyılda yapılmış, 70’lerde modernize edilmiş. Şimdi ise Facebook, Youtube ve hepsinden de çok Instagram üzerinden bir ilgi patlaması yaşıyor. O kadar ki bilet bulmak imkansız. 14 yıldır bu işi yapan kondüktör Necati Bey, böyle bir şeyle hiç karşılaşmamış: ‘Eskiden neredeyse bomboş giden 4 vagonumuz vardı sadece. Şimdi her gün tamamen dolu 12 vagonla gidiyoruz.”

Doğu Ekspresi: Fotoğraf ntv.com sitesinden alınmıştır
Andrés Morenza’nın bu yazısı böyle başlıyor ve İspanyol okuru meraklandıran, seyahate çıkmaya davet eden satırlarla devam ediyor. Trenden görünen manzaralardan, trenin içindeki insan manzaralarına, hazırlanan kahvaltılıklardan, gece yarısı eğlencelerine kadar detayla anlatıyor. Orhan Pamuk ve Kars satırlar arasında karşımıza çıkıyor. Yolculuğun sonunda gezilebilecek Ani ve buz tutmuş Çıldır Gölü ile sona eriyor yazı.
Yazıyı okuyunca, son birkaç yıldır İspanyol turizminin Türkiye’ye kapalı kapılarının aralandığını anladım. Gerçeğin değil, hayallerindeki Orientalizm’in peşinde, yola koyulacak ruhları düşündüm. Aslında seyahat de, film izlemek, roman okumak gibi değil mi? Daha fiziksel olarak deneyimlenen bir coğrafya ve zamanda, hayalindeki imgenin peşinden gitmek.

Not: Yazı El Pais, Mundo Global’de 1 Nisan 2018’de yayınlandı.
Link for the cited article/ Gazete haberi linki https://elpais.com/internacional/2018/04/01/mundo_global/1522603677_044505.html#comentarios
Trenin fotoğrafı şu linkten alınmıştır: https://www.ntv.com.tr/galeri/seyahat/dogu-ekspresi-kars-turizmine-canlilik-getirdi,2cmnbWJSxk6JtI0x-1xqHA
Algı, Çeviri “ Yerelleştirme [Localisation]” ve “Black Friday” :)
“Localisation” ya da “language localisation” Türkçeye “yerelleştirme” olarak aktarılmış bir kavram, bir ürünün hedef kültüre uygun şekilde pazarlanmasında, çeviri ve dil olanaklarını kullanarak “yerelleştirilme”sine işaret ediyor. Bahsedilen ürün web sayfası, yazılım, oyun, uygulama ya da farklı bir ürün olabilir. Bu kavram, çeviribilimdeki Skopos ve Eylem Kuramlarıyla örtüşen yönleri olsa da “localisation” sadece ürün pazarlamasına odaklı.
Peki nasıl bir süreç “yerelleştirme”? Diyelim ki elinizdeki ürün dijital bir oyun. Türk pazarında satmak için “yerelleştirmeniz” istendi. Yapacağınız iş sadece Türkçeye aktarmak olmuyor bu noktada. Oyundaki kurgu, karakterler, isimler gibi pek çok öğeyi göz önünde bulundurarak Türk algısındaki karşılıklarını kontrol etmelisiniz. Hedef kültürde rencide edici olduğunu ya da hedef kültüre uymadığını düşündüğünüz bir şey varsa bunu değiştirmek, yeniden oluşturmak gerekiyor. Mesela oyunda İngilizce isimli karakterler var, kötü karakterin ismi de “Pasha”. Türkçe bir sözcüğün kötü karakter olması, hedef kültürde olumsuz olabilir. Yerelleştirme uzmanı, buradan yola çıkarak söz konusu sözcüğü “Kont” gibi bir ifadeye dönüştürebilir. Bu örnekler çok daha geniş kapsamlı da olabilir.
Gelelim “black friday” konusuna 🙂 Daha önce var mıydı bilmiyorum ama son iki gündür televizyon reklamları, cep telefonuma, mailime gelen mesajlar ve sosyal medya yoluyla ülkemizde de “black friday” satışları olduğunu öğrendim. Önce tuhaf geldi. Sonra izlemeye başladım. Gördüğüm büyük çaplı ekonomik getirisi olan bir ürünün yani “black friday” uygulamasının Türkiye’ye aktarılıyor olduğuydu. Sözcüğü “black friday” olarak İngilizce kullananlar çoğunluktaydı. “Efsane cuma” olarak başarılı bir “yerelleştirme” uygulaması yapmış ve sayfasında da benzer bir mantıkla konuyu “büyük indirimlerin yapıldığı” gün olarak açıklamış bir web satış sitesi konuya çok hakimdi. Birileri “kara cuma” olarak çevirme hatasında bulunmuş, sonrasında “bahsettiğimiz Müslümanların cuması değildi” diyerek özür dilemeleri gerekmişti.
Günümüzde “black friday”, Amerika’da Kasım ayında Şükran Gününden sonraki cuma günü, büyük indirimlerin yapıldığı gün. Buradaki “black” sözcüğü kâra geçmek anlamında kullanılıyormuş. Peki Şükran Günü neymiş diye merak ettim.Amerika’da ve Kanada’da kutlanan, hasat bereket bayramıymış. Hasatın bereketine şükrediliyormuş. Çoğunuzun bildiği gibi de, hindi (İngilizcesi Turkey) bu bayramın geleneksel yemeğiymiş. Kökenleri çok eskiye dayansa da 1941’de Amerikan ulusal bayramı olarak kabul edilmiş.
Bu noktada da,“black friday”ın nasıl ortaya çıktığını merak ettim. 1800’lerdeki bir ekonomik krizde ilk defa bu ifadenin kullanıldığı yazıyordu. Yine aynı dönemde Şükran Gününden sonra zenci kölelerin indirimle satılması nedeniyle böyle adlandırıldığı söylense de bunun doğru olmadığı belirtiliyordu. Bu ifadenin 1950’lerde Philadelphia’da ortaya çıkıp 1961’den itibaren o şekilde kullanılmaya başladığı bilgisine de ulaştım.[1]
Kökeni ne olursa olsun, ekonomik bir etkinlik olarak “black friday”ın ortaya çıkışı ancak 1985’lerden sonra oluyor. Aradan 32 yıl geçiyor. Türkiye’de “black friday” reklamları dönmeye başlıyor. Merak edip araştırdığımda, kültürel bir bağlantısı olmayan Japonya[2] ve İspanya’da[3] da aynı tür reklamların olduğunu gördüm.
Yazıyı bitirirken aklımda Hititlerden Romalılara, Japonlara kadar tarihi süreç içinde inanışlar ve bayramlar, kültürden kültüre aktarılışları dönüp duruyor. Özetle, ekonomik bir ürün olarak “black friday”ın ülkemize girişine hep birlikte tanıklık ettiğimizi söyleyebilirim. Bunu kültürel kökenlerinden bağımsız şekilde yeni kültüre sunmak bir “localisation” örneği. Bir süre sonra gerçekten büyük indirimler sunulmaya başlanırsa benzer bir pazarın oluşması da imkansız değil. Aksan Hoca, Eliot’tan alıntılayarak “Bir ulusu başka uluslar gibi düşündürmek kolay olduğu halde, ona başka uluslar gibi hissetmeyi öğretmek olanaklı değildir” der. Küreselleşen dünyada farklı kültürel öğeler diğer kültürlere hızla karışırken, en önemli nokta olanı fark etmek, sorular sormak ve algımıza sahip çıkmak.
[1] http://www.history.com/news/whats-the-real-history-of-black-friday
[2] https://asia.nikkei.com/Business/Trends/Japanese-retailers-thankful-for-Black-Friday
Japon Minyatürcü Rie Kudō’ya Üçüncülük Ödülü

Rie KUDŌ – Minyatür -Geleceğin Ustaları Üçüncülük Ödülü
Rie Kudō’yu Kotodama İstanbul’un ilk kitabının Japonca kapağındaki muhteşem minyatürleriyle tanıyoruz. Şimdi ondan güzel bir haber daha paylaşıyorum. Geleceğin Ustaları yarışmasında, yeni eseriyle üçüncülük ödülü kazandı. Eserinin ismi Kadir-i Mutlak. Beni çok etkiledi! Minyatürün bir yanında, bir Japon kadın var. 12hitoe adı verilen eski çağların Japon giysisini giymiş. Bu kıyafet 12 kat kimonoya işaret ediyor. Bu katların renk uyumu çok önemli. Giyilme sırası var. Mevsimlere göre renkleri de değişiyor. Yaklaşık 1000 yıl kadar önce Heian Döneminden itibaren soylu kadınların giydiği bir kıyafet. Minyatürün diğer tarafında ise geçmişten bir yağız Türk delikanlısı atıyla resmedilmiş.
Dil Öğrenmek, Çeviri ve Eşofmanlı Şevket Hoca
Geçen gün Armağan Çağlayan Hepsi Bugün Oldu programına Japon dansöz Millia Meg’i konuk etti. Çağlayan, sohbet sırasında bir ara Japoncanın zor olduğundan bahsederek, konuğuna, seni seviyorum Japonca nasıl denir, diye sordu. Japon dansözün cevabı “anata wo aishite iru” oldu.
İşte o cevap içimdeki Eşofmanlı Şevket Hocayı çıkardı! “Biz bunu küpaylan anlattık 🙂 ”
Aklımdan o kadar çok şey geçti ki. Elbette bu yazacaklarım dil, kültür, algı ve çeviri üzerine olacak. Millia’nın ekranda, o durumun koşullarında söylediklerini sadece buna vesile olmuş bir örnek olarak ele alıyorum. Türkiye’yi ve sanat olarak kabul ettiği dansı çok seven Millia’ya çalışmalarında başarılar diliyorum.
Gelelim konumuza. Peki bir Japon Japoncayı neden doğru söylemesin? Millia’nın yaptığı zihinsel işlemi, Türkçeden Japoncaya çeviri olarak açıklayabiliriz. Yaptığı ise gramer olarak kabul edilebilir, sözcüğü sözcüğüne çeviri. Bir Japon’a bu soruyu sorduğunuzda buna benzer bir yanıtı almanız mümkün. Ancak bu cümle, bir Japon ana dil konuşucusunun, bir diğer Japon ana dil konuşucusuna sevgisini/ aşkını söylerken kullanmayacağı bir cümle. Yani “gerçek” Japonca değil. Bu zihinsel işlemi çeviri olarak kabul edersek çeviride Japon dilinin en önemli özelliği göz ardı ediliyor. Japon algısına ise yabancı dil üzerinden bakılıyor. Şimdi konuya biraz yakından bakalım.
- Japoncada Dinleyici Sorumluluğu, Olmayan Özne ve Anata Nihongo (Sen-Japonca)
Japon dansözün söylediği cümlede, aklıma takılan ilk şey Türkçedeki “sen(i)” sözcüğünü birebir çevirerek “anata (wo)”yu cümleye dahil etmiş olması. Japonca dinleyici sorumluluğunda bir dil. Pek çok öğe gibi özne, şahıs zamiri, kişi sözcükleri cümlede yer almaz. Şahıs ekleri de bulunmaz. Günlük kullanımda bir Japon anata (sen) sözcüğünü sadece belirli durumlarda kullanır. Ne yazık ki yabancılara Japonca öğreten kitaplarda sözleşmiş gibi örnek cümlelerde bu kalıp yer alır. “Japoncada Özneye Gerek Yok (Nihongo ni Shugo wa Iranai) kitabının yazarı Takehiro Kanaya (2015: 15) bunu “anata Nihongo (anata-sen Japonca) olarak tanımlıyor ve Japon dansözün de kullandığı “anata wo aishite iru” ifadesini örnek vererek bunun Japonca olmadığını söylüyor.
Yani bu açıdan bakıldığında, Japon dansözün algısının yabancılara yönelik olarak çalıştığını ve cümleyi bu şekilde kurduğunu söylemek mümkün.
- Japoncada Ai愛: Sevgi/ Aşk Sözcüğü
Seni seviyorum nasıl denir? İşte Japonca için bu biraz kafa karıştırıcı olabilir. Sebebi ise bu ifadenin Japonya’ya girişinde yatıyor.
19. yüzyılda Batı edebiyatı ve kültürü Japonya’ya girene kadar, Japoncada “seni seviyorum” ifadesi yoktu. Günümüzde kullanılan ai (愛) yazı imi tensel arzu anlamına gelmekteydi. Türkolog Ryō Miyashita çeviri üzerine yazdığı bir yazısında bunları anlatarak, ilk dönemlerdeki “I love you (seni seviyorum)” çevirilerinin yapılışı ile ilgili iki anekdotu şöyle aktarır: “yüzyıl kadar önce, o dönemlerde hocalık yapan ünlü Japon yazar Sōseki Natsume, öğrencilerinin İngilizce “I love you” cümlesini “seni seviyorum” olarak çevirdiğini görerek, “tsuki ga kirei desu ne” “mehtap ne güzel!” olarak çevirin diye düzeltmiştir. Yine bir başka ünlü Japon yazar Futabatei Shimei’e dair benzer bir rivayette de, yazarın aynı cümleyi “watashi wa shinde mo ii wa” “ben ölsem de olur” diye çevirdiği söylenmektedir (Miyashita 2010: 92).” Miyashita, Japoncada aşk sözcüğünün doğrudan dillendirilmediği bir dönemde, her iki ünlü edebiyatçı çevirmenin kaygısının Japon okuyucunun anlayabileceği şekilde aktarmak olduğunu yazar.
Günümüzde Japoncada, seni seviyorum için en sık kullanılan ifade “suki (desu)“dir. Bu yazıyı yazarken danıştığım Türkolog Ikuko Suzuki, bunun “Japonya’da asıl olarak kullanılan sevgi ifadesi olduğunu”, “Suki sözcüğünün, bu kullanımında anlam olarak “sevgi”yi ifade ettiğini “beğenmek” olmadığını” yazdı.
Diğer yandan Japon dansözün kullandığı “aishite iru”ya gelecek olursak, yukarıda anlattığımız anekdotların üzerinden geçen yüzyılda Japonca diğer kültürlerin etkisiyle değişmiş “seni seviyorum” anlamına gelen bu cümle dilde yer almaya başlamış. İlan-ı aşk etmek için de kullanılan bir ifade. Japoncada çok sık dile getirilmez. İnternetteki bloglara baktığımızda mesela üç yıllık evlilikten ve çocukları olduktan sonra eşine ilk defa bunu söyleyen bir kocanın yazdıklarıyla karşılaşabiliriz. Bu açıdan bakıldığında kullanım sıklığı ve yeri olarak tam örtüşmese de bazı kullanımlarında “sana aşığım” ifadesi “bunu açıklamaya yakın olabilir. Elbette bu tek çevirisi olamaz ve bağlama göre değişebilir, “seni seviyorum” olarak çevrilebilir. Suzuki, yazıştığımızda bu ifadenin başka bağlamlarda da kullanılabileceğini anlattı: “Anne kız arasında, yakın kız arkadaşlar arasında, hatta erkekler arasında kullanıldığını, bu kullanımdaki anlamın ‘sevgi’yi ifade ettiğini,” yazdı. Ben ifadenin bu kullanımlarını duymamıştım açıkçası.
Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, Millia’nın söylediği cümleye dönecek olursak yukarıda ele aldığımız “anata wo -seni” dememiş olsaydı dediği Japonca günlük kullanımda sıklıkla yer almasa da doğru bir ifade olacaktı.
Tüm bunları bana yazdıran, içimdeki Eşofmanlı Şevket Hoca’ya sözü bırakayım: Yabancı dil öğrenmek çok büyük emek gerektirir. Yanlış öğrenilen bir şeyin, özellikle dil öğretiminde sonradan düzelmesi zordur. Sadece Türkiye’de değil, dünyadaki Japonca öğretiminde Japoncanın dil özellikleri, algısı ve kültürü yani gerçek Japoncanın göz önünde bulundurulması bu yüzden de çok önemli. İş çeviriye gelince, bu üç etmen en önemli yol gösterici elbette.
https://drive.google.com/file/d/0B1RtkxIgkQj1cVFtRUJXQllWSmM/view (Bu linkten bu yazıyı yazmamı sağlayan cümleyi dinleyebilirsiniz 🙂 )
Kaynaklar:
Kanaya, Takehiro, “Nihongo ni shugo wa iranai ” Tokyo: Koodansha (2015).
Miyashita, Ryō , “Japonya’da Orhan Pamuk ve Çeviriye Dair Bazı Notlar”, Çev. Esin Esen, Ankara: Lacivert Öykü ve Şiir Dergisi, S. 40, s. 91-96, 2011
Millia Meg’in sohbetini aşağıdaki linkten 1saat17.dakika 42. saniyenin bulunduğu yerden itibaren izleyebilirsiniz. http://www.teve2.com.tr/programlar/guncel/hepsi-bugun-oldu/-hepsi-bugun-oldu-20-bolum-04-11-2016
Bu yazıya atıf için:
Esen, Esin, ” Dil Öğrenmek, Çeviri ve Eşofmanlı Şevket Hoca”, esinesen.com, 7.11.2016.
Tercümanın Yaptığı Hunharca mı? Yoksa Yetenek mi?
Söz konusu Japoncadan çeviri olunca ister istemez ilgimi çekti. “Hunharca” çeviri nasıl yapılmış merak ettim biraz araştırdım 🙂
Sosyal ağlarımızda sayısız malumat dolaşıyor. Kimi zaman yazılı gördüğümüz için, beynimiz, gördüğü şeyi kaydediyor ve doğru kabul ediyor. Bugün, sosyal ağımda defalarca gördüğüm bir haberden bahsedeceğim. Bu sefer televizyondan ve gazetelerden sosyal ağa aktarılan bir haber.
Şansal Büyüka, Bursaspor futbolcusu Hosogai’la yapılan röportajda İngilizce konuşan ve Hosogai’in verdiği Japonca cevapları Türkçeye çeviren tercümanın doğru çeviri yapmadığını, bunun camiaya saygısızlık olduğunu söylüyor. Hosogai’in mimiğini ise gülmek olarak değerlendiriyor. Tercümanın yaptığı şeye yorumu ise şu: “Kafasına göre tercüme ediyormuş gibi kamuoyuna tercüme yapıyor.”
Hürriyet şu şekilde aktarmış: ” Süper Lig’deki Gençlerbirliği-Bursaspor maçı öncesi canlı yayında tercüman skandalı yaşandı. Muhabirin Türkçe sorusunu tercüman İngilizce’ye çevirip Japon futbolcu Hosogai’ye sordu. İngilizce bilmeyen Hosogai Japonca yanıtladı. Yine Japonca bilmeyen tercüman da Türkçe’ye çevirdi! Lig TV yorumcusu Şansal Büyüka olaya çok sert tepki gösterdi.”
onedio.com sitesinde editör Arslan Ural Karabağlı’nın bu konuda yazdığı haberin başlığı ise şöyle: “Japonca Bilmediği İçin Canlı Yayında Tüm Türkiye’yi Hunharca Trolleyen Tercüman Vakası”. Vaktiniz varsa haberlerin altındaki yorumlara da bakabilirsiniz, pek çok kişinin haberi tamamen doğru kabul edip bunun üzerinden yorum yaptığını görüyoruz. Bunun dışında tercümanın Japonca anladığını ama konuşamadığı tahminini yapan olduğu gibi, tercümanın en uygun şekilde durumu kurtardığından bahsedenler de var.
Youtube’da yer alan, Şansal Büyüka’nın yorum yaptığı videodaki (yazının en altında görebilirsiniz) Japonca konuşmaları, tercümanın yaptığı tercümeyi ve gerçek anlamını aktarıyorum. Japonca konuşmalarda tam yakalayamadığım yerler olduğu için Japonca anadil konuşucusu Tomoe Tsuchiya hanıma sordum, Japoncalar onun notları.
- Soru: İki takım da son haftalarda çok formda. Neler söylemek ister karşılaşmayla ilgili?
Hosogai: ee maa tonikaku anoo… three point… anoo… kachiten 3 o totte .Bursa ni kaeritai to omotteimasu kedo.
Tercüman: Hırsla oynayıp güzel bir oyun sergileyip 3 puanı almak istiyoruz.
Hosogai’in söylediğinin Türkçesi: ee, hımm, herhalükarda, şey… 3 puan… şey.. 3 puanı kazanıp Bursa’ya dönmek istiyoruz ama…
Yorum: Kaynak metinde temel mesaj 3 puan çeviride verilmiş. Bursa atlanmış. Hırs ve güzel oyun ise kaynak metinde yok.
- Soru : Peki son haftalardaki çıkışı nasıl değerlendiriyor? Özellikle Hamza Hamzaoğlu geldiğinden beri takımda müthiş bir ivme var.
Hosogai: iyaa maa sugoku positive na koto da to omotte imasu shi, kono mama team no jun-i ga dondon ue ni agatte iku yo-ni doryoku shiyo-to omotteimasu.
Tercüman: Hoca geldikten beri pozitif gelişmeler oldu. Takım daha iyiye gidiyor. Sürekli daha iyi oynuyoruz. Bu maçta bunu devam ettirmek istiyoruz.
Hosogai’in söylediğinin Türkçesi: Yo… hımm, çok pozitif bir şey olduğunu düşünüyorum, aynı zamanda bu şekilde takımın pozisyonunun yukarı çıkması (sıralamada yükselmesi) için elimden geleni yapmayı düşünüyorum.
Yorum: Kaynak metinde pozitif sözcüğünün bulunduğu cümle eksiltili. Bu nedenle, ilk cümledeki gibi bir değiştirmeye gitmek, ekleme yapmak çeviride olası. Takımın pozisyonunu yukarı çıkarmak ve takım iyiye gidiyor ardıl çeviride yapılabilecek bir değişim olabilir. “Bu maçta” ifadesi kaynak metinde yok ve eklenmesi hata. Son cümledeki biz-ben farkı ise Japoncadan çeviri yapan, Japoncaya çok hakim olmayan birinin de yapabileceği bir hata çünkü özne eksiltili.
İzlediklerimden kişisel olarak tercümanla ilgili şu sonuçları çıkardım, çeviri yaptığı konuya hakim, (Japonca bilmediği doğruysa) sezgileri çok güçlü ya da sorular üzerinde en azından önceden kısaca konuşulmuş ve neden bahsedeceğini biliyordu. Çevirileri karşılaştırdığımızda çeviride yapılanın hunharca olmadığı ve tüm Türkiye’nin trollenmediği, tercüman açısından bakıldığında “saygısızlık” olarak gözükecek kadar ana konudan uzaklaşılmadığı, “kafasına göre tercüme”nin geniş tanımından uzak bir şekilde, ana konuyu kısmen de olsa aktarabildiği görülebilir. Tercüman skandalı tanımını, (eğer doğruysa) Japonca tercüman sağlamayan futbol kulübü için düşünmek mümkünse de, tercümanın bir skandalı çözümlediği gözlemlenebilir.
Çeviri ve Yaşamaya Dair Bir Hayat Hikayesi
Ne çok etkiledi beni bu hikaye. El Pais’ten aktarıyorum. Yang Jiang Çinli bir kadın ülkesinin önde gelen yazar ve akademisyenlerinden biri. Cervantes’in Don Kişot eserinin tam metnini ilk kez Çince’ye aktaran çevirmen. Öyle bir yaşam hikayesi ki, çeviri, edebiyat, insanın içinde yaşadığı dönemle ilişkisi ve yapabilecekleri… Sonsuz düşünceler sarmallanıyor okudukça…
Yang Jiang 1911’de Pekin’de doğuyor. Lisansını politika üzerine yapıyor. Yüksek lisansını yabancı edebiyat üzerine. 1930’ların sonunda kocasıyla birlikte Birleşik Krallık ve Fransa’ya gidiyor. İngilizce ve Fransızca öğreniyor. Ülkesine döndükten sonra bu dillerden tiyatro eserlerini Çince’ye çevirmeye karar veriyor.
İspanyolca ile tanışması ise 1950’de Lazarillo de Tormes’i Fransızca’dan çevirmesi ile oluyor. 1957 yılında aynı şekilde ikinci dil üzerinden Don Kişot’u da çevirmeyi düşünüyor. Ancak kitabın İngilizce ve Fransızca beş çevirisini okuduktan sonra hiç bir çevirinin orjinali aktarmak için yeterli olmadığına kanaat getirerek çok etkileyici bir seçim yapıyor! İspanyolca öğrenmeye karar veriyor! Yaşı 48. Çünkü ona göre “metni değil, fikirleri çevirmek” gerek. Daha dünyada çeviribilim diye bir bilim dalı yokken o da kişisel deneyiminden yola çıkarak çeviriye kendi bakış açısını getiriyor. Acaba ben neyi çevirmek için hangi dili öğrenirdim. Düşünmeden edemedim 🙂
1966’da “Kültür Devrimi” olduğunda kitabın ilk iki cildini tamamlanmış durumda. Ancak bu dönemde karı kocayı zorunlu olarak çalışmak için kırsal bölgeye gönderiyorlar. Kitaplardan uzak kalıyor. Daha sonra bu konuda yazdığı yazıda kendilerini “eğitimsizleştirmek” için yapılanlardan bahsediyor.
1972’de tekrar Pekine dönebiliyor. Don Kişot çevirisi 1978’de yayınlanıyor. O zamandan
beri 700 bin satmış. 1986 yılında kendisine İspanyol kültürünü ve edebiyatını Çin’de tanıtmaya katkılarından dolayı Alfonso X El Sabio madalyası veriliyor.
O kadar çok düşündürdü ki bu hayata sığanlar, bir çevirmenin tercihleri… Türkçeye aktarmadan edemedim.
Kaynak: http://cultura.elpais.com/cultura/2016/05/30/actualidad/1464640066_839649.html?id_externo_rsoc=FB_CM
Fotoğraflar internetten alınmıştır.
BİR DÖNEMDEN DİĞERİNE – JAPONYA’DAN BİR YAŞAM ÖYKÜSÜ
Bazı öyküler insanı derinden etkiliyor. Aklının içinde dönen sorular ve binlerce düşünce… Bu yaşam öyküsü de benim için öyle oldu. Japonya’nın feodal döneminden modernleşme sürecine girdiği, Batı’ya dair her şeyin hızla Japonya’ya aktığı bir dönemde yaşamış, o dönemi şekillendirmiş bir isim Yukichi Fukuzawa.
Fukuzawa, alt kademe bir samuray ailesinden geliyordu. Çocukluk ve gençlik yıllarında Japonya’da sınıflar arası fark o kadar kesin belirlenmişti ki “sanki bu durum insanoğlunun icadından çok doğanın değişmez ve kaçınılmaz bir kuralı imiş gibi (Blacker, 2006: 3)” değiştirilemez görülüyordu. Fukuzawa çocukluğunda bu duruma öfke duyarak, nasıl uzaklaşacağını düşünürken önüne gelen bir fırsatla Hollanda Bilimi (蘭学) çalışma yolu önünde açılır. O dönemde Japonya’nın kapıları dünyaya kapalıydı. Sadece Hollandalılarla ticari ilişkilerini sürdüren Japonlar için bilim ve Batı dünyası da o kanaldan ülkeye girmekteydi. Özellikle tıp ve fen bilimlerinden yapılan çevirilerin yeri önemliydi. Fukuzawa, başlangıçta kendisi için kaçıştan başka bir şey olmayan bu dünyada kısa zamanda ilerler. O dönemde hem içinde yaşadıkları toplum o ve aynı alandaki arkadaşlarını tuhaf bulup eleştirirken, onlar da klasik eğitim alanlara karşı olumsuz duygular taşırlar. Bunu günlüğünde şöyle aktarmaktadır:
“Şunlara bakın” diye başlardı içimizden biri, “İyi elbiseler giymişler ama yapabildikleri tek şey bu. Bir şey öğrendiklerini sanıyorlar, hocalarından şu saçma sapan dersleri dinliyorlar ama o da sadece yüzyıllardan beri nesilden nesile geçerek bugüne ulaşan, aynı eski küflenmiş teorileri tekrarlayıp duruyor. (Fukuzawa, 2006: 94)”
Amiral Perry 1854 ylında Japonya’yı dünyaya kapılarını açmaya zorladığında, Fukuzawa 18 yaşındadır. Bir dizi olay onu Hollanda Bilimi üzerine çalıştığı yerden ayrılmasına neden olur. Kendi sözleriyle Yedo’ya (Edo) gidişinin ertesi yılı 1959’da Beş Ülke antlaşması imzalanır. Japonya’nın kapıları bu ülkelere ve Batı dünyasına açılmış olur. Hollanda Biliminde, kendisini geçilemez gören Fukuzawa için hayatını tamamen değiştirecek gelişmelerdir bunlar. Yokohama’ya gittiğinde yabancı tacirlerin dilini anlamamış, onların dilinde yazılı şeyleri okuyamamış olmak onda büyük bir hayal kırıklığı yaratır. Yılların emeği çöpe gitmiş gibidir. O sırada İngilizce’nin geleceğin dili olduğunu fark eder ve İngilizce öğrenmeye karar verir. O dönemin koşullarında İngilizce öğretecek biri, hatta sözlük bulabilmek bile çok zordur. Güç koşullarda İngilizce öğrenmeyi başarır. – Kendini dil öğrenmeye adamış biri için bu hikaye çok etkileyici, mutlaka kitaptan okursunuz- 1962 yılında Japonya’nın Amerika’ya gönderdiği heyette yer alır. Avrupa’da da bulunur. Sonrasında ülkesinde, dış dünyayı yazmaya başlar. Amacı Japonlarda eksik olduğuna inandığı iki şeyi öğretmektir: Bilim ve bağımsızlık ruhu. Yazdıkları ile ilgili şunları dile getirir: “Kitaplarımın içeriğinin kendi toplumsal şartlarımıza uyarlanacağına dair hiçbir fikrim yoktu… Kısacası kitaplarımı Batıdan hikayeler ya da hayal ülkesinden tuhaf masallar olarak yazıyordum.” Ancak bu sözlerine rağmen yazdıkları çok etkilili olur. O dönemde Japonya’da Batı hayranlarına karşı saldırılar yapanlardan korktuğu için evine kapanır ve çok sayıda kitap üretir. Hükümette kendisine önerilen görevi bizzat yazdığı gibi kabul etmez. Çok satan bir gazete ve bir üniversite kurar.
Bence Japon modernleşmesinde yaşanan şeylerin, o geçişin güzel bir yansıması bu kitap. Özellikle dil öğrenmekle ilgili bölümü beni çok etkiledi. Bugünü farklı bir açıdan düşündürdü. Tarihe, Japonya’ya, insanoğlunun dönüşümüne ilgi duyuyorsanız okumanızı öneririm.
Kaynak: Yukichi Fukuzawa’nın Özyaşam Öyküsü, Çeviren: Esra Üstündağ Selamoğlu, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2006.
Japonya’da Kalan Son Kamishibai (kağıt tiyatrosu) Ustası Sugiura Tadashi’nin Hikayesi
1975’lerde tüm Japonya’da 50000 kadar olan kamishibai (kağıt tiyatrosu) ustası varmış. Bugün halen bu işi sürdüren son ustaymış Sugiura Tadashi. 80 yaşında. Osaka’da motosikletiyle dolaşarak yaptığı kamishibai gösterilerinden kazandığı parayla yaşıyormuş. Bir yere geldiğinde videoda göreceğiniz gibi bir ipe bağlı iki tahtayı birbirine vurarak geldiğini çocuklara haber veriyor. Çocuklar tezgahın çevresinde sıraya girip 50 yen karşılığında bizim macunlarımıza benzeyen mizuame, şekilli kurabiye katanuki, Tenkasu senbei denilen pirinç kurabiyeleri, bizim kağıt helvaları andıran bir malzemeden yapılan tavşan şeklindeki senbeiler alıyorlar. Alışveriş bitince bu sefer Tadashi Usta’nın kamishibai gösterisi başlıyor. Depremden sonra oradaki çocukların düşlerini yitirmemeleri için hayabusa adlı bir kamishibai öyküsü yaratmış. Deprem bölgesinde dolaşarak çocuklara asla vazgeçmemeyi öğreten bu öyküyü anlatıyormuş.Herkese güzel bir hafta dileğiyle.
ANTİK KÜTÜPHANELER, BİLGİYE ULAŞIM, İNTERNET
Bugünün sohbeti,
… Mine Yazıcı (2004) diyor ki, Sümerler’de her tapınağa ait bir okul ve kütüphane varmış. Bu tapınakların yakınındaki zenginler mahallesinde de her evde kütüphane bulunurmuş. Ona göre, soyut düşünce ve bilgi bu sınıfın elinde tutularak, yönetimde hakimiyeti sürdürmeleri sağlanmış. Yazıcı, buradan yola çıkarak, antik çağda kütüphanelerin bilgi yoluyla bireysel özgürlüğü kazandırma aracından çok, yönetimin kültürel birliği ve egemenliği elinde tutma aracı olduğunun söylenebileceğini düşünüyor. Kütüphanelerin iktidarların elindeki bu tür bir araç olması Roma Dönemine kadar sürüyor. İlk defa Roma’da kütüphanelerin halka açılması gündeme geliyor. Bunun temelindeki politik düşünce ise askeri birlikten çok kültürel birliğe dayalı bir yönetim anlayışı, Roma’nın kontrolü altındaki yerlerin bilgiye ulaşabilmesi içinse Latince ve Eski Yunanca bilmeleri gerekiyor…
Bunları okurken bugün saniyeler içinde ulaşabildiğimiz bilgi-malumatı düşündüm. Varsa, bunun ardındaki düşüncenin ne olabileceğini… Küresel bir benzer algı oluşturmak mı? Uzun süredir aklımı kurcalayan, internet, sosyal-medya okur-yazarlığı… Gelen bilginin ya da malumatın çokluğu, zaman zaman kirliliğinde algımızın nasıl çalışması gerektiği… gerçek yaşamda, tanıdıklarımıza kendi bildiğimiz doğruyu söyleme gayretimiz, ya da emin değilsek ısrarla bunu dilselleştirmemiz gibi, sosyal-medyadaki listemizdeki kişilere karşı sorumluluğumuz olup olmadığı… sosyal-medyanın hobi mi, bilgi aktarma, bilgi edinme aracı mı olduğu? Bir de bilgi (knowledge) ile malumatın (information) ne olduğu üzerinde düşünmek gerektiği…
Herkese güzel bir gün diliyorum.
Photo:thelivingmoon.com/43ancients/04images/Artifacts/Enuma_library.jpg
Kaynak: Yazıcı, Mine (2004), Çeviri Etkinliği, İstanbul, Multilingual.